18 Kasım 2021 Perşembe


 

12 EYLÜL YÖNETİMİ ALTINDA TÜRKÇEYİ SAVUNMAK

Ali TÜRKSEVEN

Geride bıraktığım yıllar, sayı­ca çok değil. Eskilerin yaşlılık ka­nıtı olarak söyledikleri "üç otuzunda olmak" deyimindeki otuz­lardan birini bitireli çok olmadı. Ne ki, ardıma baktığımda, yaşamımda önemli bir yer tutan "dil" olgusuna ilişkin anlatılması gere­ken bir şeyler olduğunu düşünüyorum.

1980'de yükseköğrenime baş­ladığım bir okulun Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ndeki görü­nüm pek de iç açıcı değildi: Ders sırasında dersliklerin kapıları açık, koridorda dolaşan ünifor­malı polisler, kendileriyle tartışa­cak öğrencileri polise vermeye hazır gerici öğretim görevlisi bol­luğu. Ayrıca okula girişte aran­ma, ikiden fazla öğrencinin kan­tinde ya da bahçede bir araya gel­mesinin yasak oluşu, giyim kuşamda uygulanan baskılar vb. Bu ortamda ne de eğitim yapılırdı ama! 12 Eylül, üniversitelere gir­mişti.

Ülkenin her yarımda ilericilik, devrimcilik, demokratlık adına ne varsa yasaktı. Bu ortamda, darbe yanlılarına karşı savunabil­diğimiz tek şey "Dil Devrimi" idi. Bölüm'deki her türlü gericili­ğe karşı tepkimizi "Devrimci TDK"yi tutarak gösteriyorduk. Gericiler de TDK'nin yaptığı her şeye karşıydılar. Onlara göre TDK, ''ülkenin jandarmasını kötüleyen" Yaşar Miraç’ın Trabzonlu Delikanlı’sına ödül veren bölü­cü bir örgüttü! Biz de -TDK'yi sa­vunduğumuz için- bölücü!

Dil konusunda daha işin çö­mezi bile değildim; ama kökeni­nin sağlam olduğuna inandığım bir anadili bilincim vardı. Başımı­za öğretim görevlisi diye verilen kişilere bakıyordum, onlar daha "Türkçenin Sırcısı" Banarlı'nın "imparatorluk dili"yle avunu­yorlardı. Derebeylikten anamal­cılığa geçememişlerdi. Biz ise toplumculuktaydık. Dil konu­sunda henüz birkaç kitaplık bil­gim olmasına karşın, "hayatım" sözcüğünü Türkçeleştirmeye kal­karak "yaşantım, yaşamım denir mi?" deyip gülen öğretmenimi­zin durumuna acıyla gülümsüyordum. Öğrencilerin korkulu rüyası Osmanlıcacı ise, "sözcükle ilgili olarak açılan tartış­mada " 'Kelime'ye 'sözcük' der­sek, 'lügat' anlamındaki 'sözcük'e ne diyeceğiz?" diyerek "sözlük" ile "sözcük" ayrımını bilmediğini gösteriyordu.

Öykü yazarı öğretmenimiz İ. Güven Kaya -sanırım TDK üye­siydi- öğrencileri Varlık ve Türk Dili dergilerine sürdürümcü ol­maya çağırıyordu. Türk Dili'ni seçtim. Artık, bilincimin çevreni genişliyor, bilimsel yaklaşımları tanıyordum. Hem kendimi yetiş­tirmek hem de gerici öğretim gö­revlilerini -öğrendiklerimle- güç duruma sokmak için bol bol oku­yordum. Tartışma açmadığımız ders yok gibiydi.

Bir an geldi ki... Solukları tü­kenen gericiler, çözümü baskıyı artırmakta buldular. Tartışmalarda öğretmenliklerini kullanıp bağırdılar, yazılılarda hakkımız olan notu vermediler. Geri adım atan öğrenciler oldu. Bizi kışkırt­tıklarını öne sürdükleri bir bölüm öğretmenimize baskıyı artırdılar. Abdülhak Hamid'in "Makber" şiirini yorumlarken "İnsan ölünce toprak olur." diyen Öz­den Çelebi'ye soruşturma açtılar ("Muhbir" öğrenciler de boş dur­muyordu). Özden öğretmenimiz çok sevecendi, kitap kurduydu. Onun dersine girmeden önce tah­taya Nâzım Hikmet’ten bir şiir yazardık. İçeri girdiğinde şiiri gö­rünce sevinirdi, bırakırdık eski­leri o an, Nâzım'dan konuşur­duk. Yıl 1982'ydi. Daha sonra onu Samsun'a sürdüler, birkaç ay sonra emekli oldu. Bugün güzel öyküler yayımlayan Nafize Öztok'un, derslerini alarak emekli­ye ayrılmasınaa yol açtılar. Nafize Öğretmenimiz, yaşına karşın dipdiri, capcanlıydı; bir bilgi kü­püydü. Gerici öğrenciler bile der­sini hayranlıkla izlerdi. Emeklili­ğinden üç beş ay sonraydı sanı­rım, bir gün okula gelmiş; ama içeri girmiyor. Kapıda onu görünce "Beni anımsadınız mı öğretmenim?" dedim (çünkü birkaç hafta ders yapabilmiştik onunla).

"Anımsamam mı yavrum, sizler benim canımsınız!" dedi, sarıl­dık. Gözlerinde mavi yağmur bu­lutlan vardı.

Günümüz öykücülüğünde önemli bir yer edinen Feyza Hepçilingirler, o zaman Sabah Yolcuları'nı yayımlamıştı. Sanatçı bir öğ­retmenimizdi, gözümüzde daha değişik bir yeri vardı. Onu da Trabzon'a sürdüler. Kısa bir süre sonra istifa etti (Daha sonra ben ilk kez Trabzon'a atandığımda, kendisine orayı sormuştum, "gri bir şehir" demişti).

Dil Devrimi'nin yılmaz savu­nucusu Mehmet Ali Başkurt öğ­retmenimiz ise ünlü 1402'ye takılmıştı. Bir süre açıkta kaldı. Bi­raz gecikmeli olarak evine gittiği­mizde, kırgınlığını dile getirdik­ten sonra, bir arkadaşının ortak birahane işletme önerisini "Şim­diye dek bilgi verdiğimiz öğren­cilerimize bundan sonra bira mı vereceğiz?" diyerek geri çevirdi­ğini anlattı. Kendisini okulumuz­dan aldılar; ama bakanlığın bir okuluna verdiler.

Yine dilde devrimci, ozan öğ­retmenimiz Özcan İlter'i de, bile­mediğim bir nedenle, bakanlığın bir okuluna verdiler.

Birkaç ilerici öğretmenimizle birlikte gericilerle baş başa kal­mıştık. Bir öğretmenimiz dümen suyuna uydu, Osmanlıcaya ya­kın bir dil tutturdu. Buna karşın, onu da başka bir okula verdiler. Batı edebiyatı konusunda uz­man, ozan öğretmenimiz Raif Özben'i de -iki yıllık yüksekokul bitirdiğini gerekçe göstererek- bir ortaokula verdiler. Artık, gelmiş­tik çaya...

Ardımızda epeyce döküntü bırakarak, biz bir avuç "Don Kişot" yolumuzdan dönmedik. Es­kisi gibi yoğun tartışamasak da, her fırsatta Dil Devrimi'ni savun­duk, gericiliğin her türüne karşı çıktık. Bireysel çıkarlarımızdan yitirmedik mi? Evet yitirdik. Ör­neğin, "Muharrem Ergin'in müri­di" yeni mezun bir öğretim gö­revlisinin sınavlarında doksanlık yüzlük yanıtlar verip elliyi güç aldık. Bütünlemelere bırakıldık. Atılıp atılıp döndük. Okulu on yılda bitirenlerimiz oldu. Baskılardan dolayı ruhsal rahatsızlığa yakalananlar oldu.

Benim de bir yılıma mal olan bir olayı anlatmadan geçemeye­ceğim: Türk Lehçeleri gibi "ba­ba" bir dersin öğretim görevliliğine getirilmiş bir kişi, derslerde verecek bilgisi olmadığı için, bi­raz da bizi kışkırtmak için olsa gerek, boyuna Dil Devrimi'ne ça­tıyor. Biz de ağız birliği etmişçe­sine, hiçbir biçimde dersin işleni­şine katılmıyoruz. Adam bozulu­yor. Bizi küçümsemeye, kışkırt­maya çalışıyor. "Türkçeyi sala bindirip sele verdik." safsatasıyla “-sel, -sal” ekinin işleklik kazanma­sına çatıyor. Dayanamıyorum "- sel, -sal ekinin nesi varmış?" diye soruveriyorum. Bocalıyor. İşi halkavcılığa vuruyor: "Başında püsküllü fesi var!" Anlaşılan, ko­nuyu şakaya boğup unutturacak. Fırsat vermiyorum : "Demagoji yapmayalım hocam, bilim yapa­lım!" derken, önümdeki sıraya da bir yumruk atıyorum. Belki taşkın bir davranış; ama baskılardan bunalmışız. Birden boşalıyorum, yaptığım uyarı amacına ulaşıyor, bu kez bilimsel bir bağlamda tartışıyoruz. Bilgilerim beni utandırmıyor; çünkü bilimi savu­nuyorum, geleceği savunuyo­rum, halkı savunuyorum. Öğre­tim görevlisi intikamını sınavda alıyor. Bütünlemeye kalıyorum. Bütünlemede de bırakıyor beni. Ama sınava A. Dilaçar'ın "Kutadgu Bilig İncelemesi"nden sayfa nu­marası verecek denli hazırlıklı girmişim. İdare Mahkemesi'ne gidiyorum. Başka okuldan bir kurulca yeniden okunuyor kâğı­dım ve İdare Mahkemesi kararıy­la geçiyorum. Bu kez dekanlık bırakmıyor yakamı. Bitirme bel­gemi vermiyorlar. Sağolsun İdare Mahkemesi. Yine haklıyım; ama bir yıl da böyle gidiyor.

Bu ülkede neler gördük! 1982 Anayasası'nın, yasakçı tutumu koşutunda -sanki bir dilbilgisi yapıtı ya da sözlükmüş gibi- Türkçe için ölçüt alınması mı da­yatılmadı; Kürtçe kişi adlarıyla birlikte öz Türkçe adların da ya­sak listeleri nüfus müdürlükleri­ne mi gönderilmedi; "devrim" kavramını unutturacaklarım sa­nıp da yerine "inkılap da inkılap" diye mi diretmediler... Neler de neler.

Devrimciliğin, hiçbir alanı ko­lay değil. Dil devrimciliği de öy­le. Ama geçen yıllar, devrimcileri haklı çıkarıyor. Devrim, kendine karşı çıkanları da önüne katarak sürüp gidiyor.

(Öğretmen Dünyası 201, Eylül 1996)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  “de” Sözcüğü Sorunu Ali TÜRKSEVEN               Sorun Şifreleri çok tartışılan şu 2011 YGS’nin 29. Türkçe sorusu, “bağlaç”ın ne ol...