12 EYLÜL YÖNETİMİ ALTINDA TÜRKÇEYİ
SAVUNMAK
Ali TÜRKSEVEN
Geride bıraktığım yıllar, sayıca
çok değil. Eskilerin yaşlılık kanıtı olarak söyledikleri "üç otuzunda
olmak" deyimindeki otuzlardan birini bitireli çok olmadı. Ne ki, ardıma
baktığımda, yaşamımda önemli bir yer tutan "dil" olgusuna ilişkin
anlatılması gereken bir şeyler olduğunu düşünüyorum.
1980'de yükseköğrenime başladığım
bir okulun Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ndeki görünüm pek de iç açıcı
değildi: Ders sırasında dersliklerin kapıları açık, koridorda dolaşan üniformalı
polisler, kendileriyle tartışacak öğrencileri polise vermeye hazır gerici
öğretim görevlisi bolluğu. Ayrıca okula girişte aranma, ikiden fazla
öğrencinin kantinde ya da bahçede bir araya gelmesinin yasak oluşu, giyim kuşamda
uygulanan baskılar vb. Bu ortamda ne de eğitim yapılırdı ama! 12 Eylül,
üniversitelere girmişti.
Ülkenin her yarımda ilericilik,
devrimcilik, demokratlık adına ne varsa yasaktı. Bu ortamda, darbe yanlılarına
karşı savunabildiğimiz tek şey "Dil Devrimi" idi. Bölüm'deki her
türlü gericiliğe karşı tepkimizi "Devrimci TDK"yi tutarak
gösteriyorduk. Gericiler de TDK'nin yaptığı her şeye karşıydılar. Onlara göre TDK,
''ülkenin jandarmasını kötüleyen" Yaşar Miraç’ın Trabzonlu Delikanlı’sına ödül veren bölücü bir örgüttü! Biz de -TDK'yi
savunduğumuz için- bölücü!
Dil konusunda daha işin çömezi
bile değildim; ama kökeninin sağlam olduğuna inandığım bir anadili bilincim
vardı. Başımıza öğretim görevlisi diye verilen kişilere bakıyordum, onlar daha
"Türkçenin Sırcısı" Banarlı'nın "imparatorluk dili"yle
avunuyorlardı. Derebeylikten anamalcılığa geçememişlerdi. Biz ise
toplumculuktaydık. Dil konusunda henüz birkaç kitaplık bilgim olmasına
karşın, "hayatım" sözcüğünü Türkçeleştirmeye kalkarak
"yaşantım, yaşamım denir mi?" deyip gülen öğretmenimizin durumuna
acıyla gülümsüyordum. Öğrencilerin korkulu rüyası Osmanlıcacı ise, "sözcükle
ilgili olarak açılan tartışmada " 'Kelime'ye 'sözcük' dersek, 'lügat'
anlamındaki 'sözcük'e ne diyeceğiz?" diyerek "sözlük" ile
"sözcük" ayrımını bilmediğini gösteriyordu.
Öykü yazarı öğretmenimiz İ. Güven
Kaya -sanırım TDK üyesiydi- öğrencileri Varlık ve Türk Dili dergilerine
sürdürümcü olmaya çağırıyordu. Türk Dili'ni seçtim. Artık, bilincimin çevreni
genişliyor, bilimsel yaklaşımları tanıyordum. Hem kendimi yetiştirmek hem de
gerici öğretim görevlilerini -öğrendiklerimle- güç duruma sokmak için bol bol
okuyordum. Tartışma açmadığımız ders yok gibiydi.
Bir an geldi ki... Solukları tükenen
gericiler, çözümü baskıyı artırmakta buldular. Tartışmalarda öğretmenliklerini
kullanıp bağırdılar, yazılılarda hakkımız olan notu vermediler. Geri adım atan
öğrenciler oldu. Bizi kışkırttıklarını öne sürdükleri bir bölüm öğretmenimize
baskıyı artırdılar. Abdülhak Hamid'in "Makber" şiirini yorumlarken
"İnsan ölünce toprak olur." diyen Özden Çelebi'ye soruşturma açtılar
("Muhbir" öğrenciler de boş durmuyordu). Özden öğretmenimiz çok
sevecendi, kitap kurduydu. Onun dersine girmeden önce tahtaya Nâzım Hikmet’ten
bir şiir yazardık. İçeri girdiğinde şiiri görünce sevinirdi, bırakırdık eskileri
o an, Nâzım'dan konuşurduk. Yıl 1982'ydi. Daha sonra onu Samsun'a sürdüler,
birkaç ay sonra emekli oldu. Bugün güzel öyküler yayımlayan Nafize Öztok'un,
derslerini alarak emekliye ayrılmasınaa yol açtılar. Nafize Öğretmenimiz,
yaşına karşın dipdiri, capcanlıydı; bir bilgi küpüydü. Gerici öğrenciler bile
dersini hayranlıkla izlerdi. Emekliliğinden üç beş ay sonraydı sanırım, bir
gün okula gelmiş; ama içeri girmiyor. Kapıda onu görünce "Beni anımsadınız
mı öğretmenim?" dedim (çünkü birkaç hafta ders yapabilmiştik onunla).
"Anımsamam
mı yavrum, sizler benim canımsınız!" dedi, sarıldık. Gözlerinde mavi
yağmur bulutlan vardı.
Günümüz öykücülüğünde önemli bir
yer edinen Feyza Hepçilingirler, o zaman Sabah
Yolcuları'nı yayımlamıştı. Sanatçı bir öğretmenimizdi, gözümüzde daha
değişik bir yeri vardı. Onu da Trabzon'a sürdüler. Kısa bir süre sonra istifa
etti (Daha sonra ben ilk kez Trabzon'a atandığımda, kendisine orayı sormuştum,
"gri bir şehir" demişti).
Dil Devrimi'nin yılmaz savunucusu
Mehmet Ali Başkurt öğretmenimiz ise ünlü 1402'ye takılmıştı. Bir süre açıkta
kaldı. Biraz gecikmeli olarak evine gittiğimizde, kırgınlığını dile getirdikten
sonra, bir arkadaşının ortak birahane işletme önerisini "Şimdiye dek
bilgi verdiğimiz öğrencilerimize bundan sonra bira mı vereceğiz?" diyerek
geri çevirdiğini anlattı. Kendisini okulumuzdan aldılar; ama bakanlığın bir
okuluna verdiler.
Yine dilde devrimci, ozan öğretmenimiz
Özcan İlter'i de, bilemediğim bir nedenle, bakanlığın bir okuluna verdiler.
Birkaç ilerici öğretmenimizle
birlikte gericilerle baş başa kalmıştık. Bir öğretmenimiz dümen suyuna uydu,
Osmanlıcaya yakın bir dil tutturdu. Buna karşın, onu da başka bir okula
verdiler. Batı edebiyatı konusunda uzman, ozan öğretmenimiz Raif Özben'i de
-iki yıllık yüksekokul bitirdiğini gerekçe göstererek- bir ortaokula verdiler.
Artık, gelmiştik çaya...
Ardımızda epeyce döküntü bırakarak,
biz bir avuç "Don Kişot" yolumuzdan dönmedik. Eskisi gibi yoğun
tartışamasak da, her fırsatta Dil Devrimi'ni savunduk, gericiliğin her türüne
karşı çıktık. Bireysel çıkarlarımızdan yitirmedik mi? Evet yitirdik. Örneğin,
"Muharrem Ergin'in müridi" yeni mezun bir öğretim görevlisinin
sınavlarında doksanlık yüzlük yanıtlar verip elliyi güç aldık. Bütünlemelere
bırakıldık. Atılıp atılıp döndük. Okulu on yılda bitirenlerimiz oldu. Baskılardan
dolayı ruhsal rahatsızlığa yakalananlar oldu.
Benim de bir yılıma mal olan bir
olayı anlatmadan geçemeyeceğim: Türk Lehçeleri gibi "baba" bir
dersin öğretim görevliliğine getirilmiş bir kişi, derslerde verecek bilgisi
olmadığı için, biraz da bizi kışkırtmak için olsa gerek, boyuna Dil Devrimi'ne
çatıyor. Biz de ağız birliği etmişçesine, hiçbir biçimde dersin işlenişine
katılmıyoruz. Adam bozuluyor. Bizi küçümsemeye, kışkırtmaya çalışıyor.
"Türkçeyi sala bindirip sele verdik." safsatasıyla “-sel, -sal”
ekinin işleklik kazanmasına çatıyor. Dayanamıyorum "- sel, -sal ekinin
nesi varmış?" diye soruveriyorum. Bocalıyor. İşi halkavcılığa vuruyor:
"Başında püsküllü fesi var!" Anlaşılan, konuyu şakaya boğup
unutturacak. Fırsat vermiyorum : "Demagoji yapmayalım hocam, bilim yapalım!"
derken, önümdeki sıraya da bir yumruk atıyorum. Belki taşkın bir davranış; ama
baskılardan bunalmışız. Birden boşalıyorum, yaptığım uyarı amacına ulaşıyor, bu
kez bilimsel bir bağlamda tartışıyoruz. Bilgilerim beni utandırmıyor; çünkü
bilimi savunuyorum, geleceği savunuyorum, halkı savunuyorum. Öğretim
görevlisi intikamını sınavda alıyor. Bütünlemeye kalıyorum. Bütünlemede de
bırakıyor beni. Ama sınava A. Dilaçar'ın "Kutadgu Bilig İncelemesi"nden
sayfa numarası verecek denli hazırlıklı girmişim. İdare Mahkemesi'ne
gidiyorum. Başka okuldan bir kurulca yeniden okunuyor kâğıdım ve İdare
Mahkemesi kararıyla geçiyorum. Bu kez dekanlık bırakmıyor yakamı. Bitirme belgemi
vermiyorlar. Sağolsun İdare Mahkemesi. Yine haklıyım; ama bir yıl da böyle
gidiyor.
Bu ülkede neler gördük! 1982
Anayasası'nın, yasakçı tutumu koşutunda -sanki bir dilbilgisi yapıtı ya da
sözlükmüş gibi- Türkçe için ölçüt alınması mı dayatılmadı; Kürtçe kişi
adlarıyla birlikte öz Türkçe adların da yasak listeleri nüfus müdürlüklerine
mi gönderilmedi; "devrim" kavramını unutturacaklarım sanıp da yerine
"inkılap da inkılap" diye mi diretmediler... Neler de neler.
Devrimciliğin, hiçbir alanı kolay
değil. Dil devrimciliği de öyle. Ama geçen yıllar, devrimcileri haklı
çıkarıyor. Devrim, kendine karşı çıkanları da önüne katarak sürüp gidiyor.
(Öğretmen
Dünyası 201, Eylül 1996)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder