HİKÂYE
: ÖYKÜ
Ali TÜRKSEVEN
Kıyı
dergisinin 213. (Mart-Nisan 2010) sayısında Gülseren Engin’in “Hikâye mi Öykü mü?” başlıklı bir yazısı
yayımlandı. Başlığa bakınca “Öykü sözcüğü hikâyeyi karşılar mı?” bağlamında bir
tartışma yazısı sanmıştım; ama öyle değilmiş.
Engin
“Sevgili Genç Yazar Arkadaşım,” seslenişiyle başladığı, son bölümcesinde
öğütler verdiği yazısının giriş bölümünde “Yazdıklarımız, okuduklarımız hikâye
mi, öykü mü? Bu kafa karışıklığının başlıca nedeni sözlüklerdeki tanımlamalar.”
diyor. Engin’in (kendisinin de belirttiği gibi) kafası gerçekten karışık. Bu
kafa karışıklığını kendine saklasaydı önemli değildi; ama o bir de bu konuda
bilgiçlik taslıyor.
Öykünün (hikâyenin) tanımı konusunda
karışıklık yok. Kaynaklar ağız birliği etmişçesine benzer şeyleri söylüyor.*
Tanımlarda “gerçeğe uygunluk”, “yaşanmış ya da yaşanabilir olma”, “gerçeğimsi”,
“olay anlatma”, “durum”, “an”, “kısa an”, “izlenim”, “düş”, “kısa yazı” gibi
kavramların kullanıldığı görülüyor. Feyza Hepçilingirler de “Öykü Ne, Hikâye Ne?” (İmge Öyküler,
1.Sayı, Şubat-Mart 2005, s.75-76) başlıklı yazısına öykünün tanımıyla başlar ve
şöyle der: “Ne çok tanımı yapılabilir
öykünün, diye düşünüyordum; oysa her yerde birkaç küçük değişiklikle hep aynı
tanımla karşılaştım.” Sonra “Çok dıştan,
en dıştan bakarsak öykü böyle görünebilir; ama her uğraş gibi, içine girdikçe
dallanır, çeşitlenir öykü alanı da.” der ve Atilla Özkırımlı’nın şu
yargısına katılır: “Öykünün belli bir
tanımını yapmaktansa anlatı türü olarak gelişimini özetlemek, öyküyle roman
arasındaki ayrımlar ve benzerlikler üzerinde durmak daha doğrudur.” (Atilla
Özkırımlı, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, 3.Cilt, s.634-643)
Hepçilingirler, nerede “öykü”, nerede “hikâye”
terimini kullanmak gerektiği konusunda Özkırımlı’nın “geçmişteki örnekler için hikâye, çağdaş örnekler için öykü terimi”ni
seçmesini mantıklı bulur ve “halk
öyküleri, Dede Korkut Öyküleri” öbeklerinde “öykü” sözcüğünün “yapıştırma gibi olduğu”nu söyler.
Özkırımlı ve Hepçilingirler’in kaygısında “Maupassant miladı”nın olduğu
görülüyor: M.Ö.(Maupassant’dan Önce) “hikâye”, M.S.(Maupassant’dan Sonra)
“öykü”! Bu ayrımın gereksiz -belki de yapay- olduğu kanısındayım. “Öykü”
sözcüğümüz olmasaydı, (Arapça) “hikâye” sözcüğünü “Dede Korkut Hikâyeleri”,
“halk hikâyeleri” söyleyişlerinde olduğu gibi, “Sait Faik’in hikâyeleri”
öbeğinde de kullanıyor olacaktık; bu, bir sorun yaratmayacaktı (yaratmıyor da).
Bu duruma tersinden bakalım: Arapçadan “hikâye” sözcüğünü almamış olsaydık,
“öykü” sözcüğümüz “Dede Korkut Öyküleri”, “Kerem ile Aslı Öyküsü” öbeklerinde
geçtiği için “Sait Faik’in Dülgerbalığının Ölümü Öyküsü” demeyecek, onunkileri
için yeni bir terim mi arayacaktık? Yoksa “Öykü türü zaman içinde değişti.”
yargısını mı çıkaracaktık? Ben ikincisinden yanayım. Evrendeki her şey gibi öykü
de değişiyor. Günümüzdeki tekerlek nasıl “Ay’ın
altında dönen ilk tekerlek” değilse, günümüz öyküsü de Maupassant
dönemindeki gibi değildir. Bu, başka türlerde de böyledir: Deneme Montaigne’in
başlattığı yerde mi durmaktadır? Romanlar hep Don Kişot’a mı benzemektedir? Ya
şiir?
Gerçekte -bilerek ya da bilmeyerek-
konuyu ister “Türk hikâyeciliği” isterse “Türk öykücülüğü” diye alsınlar,
herkes “bu tür”ün geçmişine baktığında Kerem ile Aslı’ya, Dede Korkut’a
uzanmaktadır. Dolayısıyla “öykü” ile “hikâye”, “öykücülük” ile “hikâyecilik”
anlamdaş olarak kullanılmaktadır.
Engin’in kafasını karıştıran
şeylerin bir bölümü belki bu tartışmalarla ilgilidir, bunu bilemiyorum; ama “Hikâye bir olayı başından sonuna ve
gerçeklere bağlı kalarak anlatır; ama öykü olaydaki sorun an’ını yakalar ve
yazarın yarattığı öyküsel gerçeklikle bize sunar.” yargısı, onun “öyküleme”
ile “öykü”yü karıştırdığını gösteriyor. Onun burada “hikâye” diye anlattığı şey
“anı (hatıra)” ya da “tarih yazısı” olabilir. Anı, masal, fabl, roman, öykü,
tarih yazısı vb. türlerde öyküleme yapılabilir; öyküleme bir tekniktir. (Bunu
YGS’ye hazırlanan, hatta SBS’ye hazırlanan öğrenciler bilir.) “Öyküleme
(Arapçası tahkiye: hikâye etme)”, olay anlatımıdır.
Gülseren Engin, keşke yazısının bir
yerinde adını vererek alıntı yaptığı Emin Özdemir’in (adını vermediği yapıtı) Yazı ve Yazınsal Türler’i daha bir özenle okusaydı. Yine keşke
Özdemir’in bu yapıtının 197.sayfasındaki Bekir Yıldız’ın Bedrana öyküsüyle ilgili alıntıyı da buradan yaptığını belirtseydi.
Genç yazarlar bunları biliyordur;
ama ben -Emin Özdemir’den- özetleyeyim (karıştıranların da işine yarayabilir):
Öykü (hikâye) türleri ikiye ayrılır: olay öyküsü, durum ve kesit öyküsü. Olay
öyküsünün kurucusu Fransız yazar Guy de Maupassant’dır. Bizde Ömer Seyfettin,
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, Sabahattin
Ali, Orhan Kemal’in öyküleri bu türdedir. Durum ve kesit öyküsünün kurucusu Rus
yazar Anton Çehov’dur. Bizde Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal, Oktay
Akbal’ın öyküleri de bu türdedir. (G.Engin’in yer yer de “olay öyküsü”ne
“hikâye”, “durum-kesit öyküsü”ne de “öykü” dediği seziliyor.)
_____________________
*Rauf
Mutluay’ın 100 Soruda Edebiyat Bilgileri
yapıtı, bu konudaki en doyurucu kaynaklardan biridir. Mutluay “hikâye” ile
“roman”ı karşılaştırırken “hikâye” için şu çok önemli saptamaları yapar:
(Hikâye) “olayların nedenini aramadan, bir
izlenimin etkisine yönelir”, “insan ve toplum yaşantısının en önemli, en
etkili, en anlamlı ‘an’larına
bakar”, “her zaman biraz ‘tekil’dir; ya yaşayanın ya anlatanın bilincinde
oluşan bireysel bir izlenim olarak güç kazanır”, “her zaman biraz ‘bence’ diye
nitelenebilecek öznelliğe sıkışır”,
“insan hayatından ‘seçilmiş’ anların parça parça anlatımıdır”, “tek boyutlu”dur. (s.305-306)
(Çağdaş Türk Dili 280, Haziran
2011)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder