AMACA TÜRKÇEYLE VARMAK
Ali
TÜRKSEVEN
Diyalektiğin yasalarından
"değişim" evrendeki her şey için geçerlidir. Canlı ya da cansız, tüm
varlıklar, hızlı ya da yavaş, değişiyor. Hepimizin ortak anlaşma aracı
"dil" de, bu değişim yasasının dışında kalamıyor. Hele söz konusu dil
Türkçe ise, "değişim"in yanı sıra "devrim" de gündeme
geliyor,
Anadilimiz, Türkçe.
"Anadili" anamızdan başlayarak en yakın çevremizden öğrendiğimiz dil.
Durum böyle olunca, anamızın ve çevremizin eğitim durumu, bizim konuştuğumuz
Türkçeyi belirliyor. Okul öncesi dönemimizde öğrendiğimiz dilin etkisi yıllarca
silinemiyor. Kişi, Türkçe öğretmeni oluyor; ama anadili Kürtçe ya da Arapça
ise, bu dillerin etkisinde mutlaka kalıyor. Ya vurgusu değişik oluyor ya da
biraz gırtlaktan konuşuyor. Buna benzer durumlar, Doğu Karadenizli ya da Egeli
kişilerde de görülüyor. Kimi sözcüklerin söylenişinde yerel hava gözleniyor.
Kısacası, yakın çevremizden öğrendiğimiz dilin etkisi kolay silinemiyor.
Anlatımımızda seçtiğimiz sözcükler, bunları söyleyiş
biçimimiz bizi ele verir. "Bir bardak su verir misin?" ya da
"Bir bardak su ver lan!" demek, kişinin eğitimiyle ilgilidir. Kişi,
kendine yakıştığı gibi konuşur. Sorun, yalnızca sözcüklerin kökeni değildir;
ama sözcüklerimiz de bizim bilincimizi yansıtır. Örneğin, İslamcı biri, ister
istemez, Arapçası bol bir dille konuşur. Çünkü biraz kavramları gereği, biraz
da Arap hayranlığından ileri gelir bu. Böyle biri duru bir Türkçeyle konuşursa
şaşarız. Öte yandan, düzeni yıkıp yerine daha ileri bir düzen kurmayı amaçlayan
bir devrimcinin de, bu eylemi "inkılap" diye adlandırmasını,
"işçi" yerine "amele" demesini beklemeyiz.
Toplumcu bilinçte ileri giden
kimi kişiler, sözcük seçimine pek özen göstermiyorlar. Onlara göre,
olabildiğince Türkçe anlatmak, gereksiz bir iş; üstelik, dili (ya da kendini)
aşırı zorlama. Siyasal bilinç konusunda belli bir yere gelmiş bu kişiler,
doğrusu, dil konusunda pek de düşünmüyorlar. Dil Devrimi için, Nâzım'ın
"kelimelerin bile asaletine düşman" olmak tutumunu öne sürüyorlar.
Yanılıyorlar. Çünkü Nazım'ın şiirlerindeki Türkçeyi, yıllara göre
değerlendirirsek, onun, giderek daha Türkçe yazdığını görürüz. Nâzım'ın bir
1920'lerdeki Türkçesine bakın, bir de son yıllarındaki şiirlerinin Türkçesine.
Nâzım'ın, Dil Devrimi'nde karşı çıktığı nokta "sözcüklerin
soyluluğu"dur. Başka bir deyişle, sözcüklere ırkçı yaklaşımdır.
Başlangıçta, Dil Devrimi eyleminde -gerçekten de bu tür yaklaşımlar olmuştur.
Ancak daha sonraki gelişmeler, bu eylemin halktan yana, ilerici yönünü ortaya
koymuştur. Bu yüzden de yıllarca, gerici düşünceleri savunanlar, yabancı
sözcükleri bol bir dille yazmışlardır.
Anlatımımızda Türkçe sözcükleri yeğlememizin ırkçılıkla filan ilgisi yok. Bu, tümüyle dilbilimsel bir durum. Türkçe, kökleri ve ekleri olan bir dil. Bilinçaltımızda, bu kök ve ekler, karmaşık bir bilgi-işlem ağı gibi donatılmıştır. Bu kök ve eklerin çağrışımları vardır. Yabancı sözcükler, bilinçaltımızda bir çağrışım yapmazlar. Çoğu kez sırıtırlar. Örneğin, iki ünsüzle başlayan "tren" sözcüğü, Türkçeye aykırıdır, bu sözcüğü "tiren" diye söyleyip dilimize uydururuz; ama yine de bilinçaltımız bunun yabancılığını sezer. "Tren" sözcüğü, yalnızca "tren nesnesi" ile çağrışım yapar. Öte yandan "gözlük"ü düşünelim: Bu sözcük yalnızca "gözlük nesnesi"ni çağrıştırmaz bize, "göz"ü de çağrıştırır. İşte Türkçe kökenli sözcükler arasında uzak ya da yakın çeşitli çağrışımlar söz konusudur. Bu durum da bizim daha iyi düşünmemizi ve anlatmamızı sağlar.
Artık, 1990'ların Türkiye’sinde
sözcük yasaklamaları yok, tartışılan sözcükler yok. (Yasaklanan dillere,
düşüncelere değinmiyorum). Yalnızca, sözcüklerine ve anlatımına özenenler ve
özenmeyenler var. Dili iyi kullanıp gerici düşünceleriyle, toplulukları
etkileyenler de var; dili iyi kullanamadığından, ilerici düşüncelerini anlatamayanlar
da var. Sözcükler, genel olarak dil, bir araçtır. Elimizdeki araç ne denli
gelişmiş olursa ve biz de bu aracı ne denli iyi tanırsak, o denli iyi
kullanırız. Bilgisayar kullanmak gibi: Herkes, bilgisayardan, bildiğince
yararlanıyor.
Öğretmenlerin de birinci aracı,
dil. O zaman, öğretmenler de, ne öğretmeni olursa olsun, Türkçeyi iyi bilmek
zorundadır. Hele ders anlatırken, düzgün tümce kuramamak, sözcükleri yerel
özelliğe göre ya da yanlış söylemek, bir öğretmen için bağışlanamaz bir durumdur.
Çoğumuz, önce, yetiştiğimiz yerin Türkçesini öğreniyoruz. Sonra gördüğümüz eğitimle,
yazı diline yakın konuşmayı öğreniyoruz. Öğrencilerimizle daha iyi iletişim
kurmak istiyorsak, bizden olumlu yönde etkilenmelerini istiyorsak, önce
yerellikten ve yanlış söyleyişlerden "kurtulmalıyız. Sonra da yabancı
sözcüklerden...
(Eğitim
ve Yaşam, Sayı 1, Kış/1996)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder