Ali TÜRKSEVEN
Askerî liseler, kamuoyunda pek
tanınmıyor. Gerçi zaman zaman sivil okulların öğrenci ve öğretmenlerine, askeri
liselerin kapıları, tanıtım için açılıyor. Ancak o öğrenci ve öğretmenlerin
gördükleri, madalyonun bir yüzüdür. Bu yüz ise; bilgisayarlarıyla, monitörlü
derslikleriyle, sinevizyonuyla, spor salonu ve araçlarıyla, sinema salonuyla,
öğrenci gazinolarıyla oldukça gösterişlidir. Hemen eklemeliyim ki ben de
Türkiye'deki bütün askerî liseleri tanımıyorum; bu yüzden de hepsi için
konuşmuyorum.
MEB'in bir öğretmeni olarak, dört
aylık temel eğitimden sonra, asteğmen olarak Bursa Işıklar Askeri Lisesine
atandım. Buradaki sekiz aylık görevimde hem bir askerî liseyi tanıma, hem de
sivil okullarla bir karşılaştırma yapma olanağı buldum. Bu yazıyı yazmaktaki
amacım, Işıklar Askerî Lisesini ve oradaki görevlileri kötülemek değil, bir
sistemin eleştirisini yapmaktır. Aynı zamanda sivil okullardaki
meslektaşlarımın bir askerî lisenin işleyişini -görebildiğimce- tanımalarını
sağlamaktır.
Okulun
Yönetimi
Okulun başında bir kurmay albay
var. Orduda genelkurmay başkanı neyse, orada da o öyle. Ondan sonra üç alt
birim var: Öğretim Başkanlığı, Öğrenci Amirliği, Destek Kıtaları Komutanlığı.
Öğretim Başkanlığına bağlı olarak Fen Dersleri Bölüm Başkanlığı, Sosyal
Dersler Bölüm Başkanlığı, Yabancı Diller Bölüm Başkanlığı, Uygulamalı Dersler
Bölüm Başkanlığı var. Destek Kıtaları, okulun güvenliğini sağlıyor.
Okulda ayrıca Plan-Program Şube
Müdürlüğü, Ölçme-Değerlendirme Şube Müdürlüğü, Rehberlik Bürosu, OBİ (Ordu
Bilgisayar İşlem) Kısım Amirliği, Kantin Başkanlığı, Kütüphane Subaylığı … gibi
birimler var.
Sınıflar
Okulda dört sınıf var: Hazırlık,
Lise 1,2,3. Her sınıfın şubelerine orada "kısım" deniyor. Her kısmın
da onar şubesi var. 1992-1993 Eğitim-Öğretim Yılında yeni alınan öğrenci sayısı
azaltıldığı, için Hazırlık'ta kısım sayısı yediye indirilmişti. Kısımlarda
öğrenci sayısı 20 ile 28 arasında. Her sınıf, bir katta yer alıyor. Her
sınıfın, kendi katında bir gazinosu, berberi ve terzisi var. Kapalı devre TV
yayını için, her kısımda bir monitör var. Ayrıca her kısımda bir tepegöz; her
öğrencinin kitap, defter için bir dolabı var.
Okulun
Olanakları
Çağdaş eğitim için bir okulda
olması gerekenlerin tümüne yakını var. Coğrafya dersleri için Coğrafya
Dersanesi; psikoloji için Psiko-Teknik Dersanesi; T.C. İnk.Tarihi ve Atatürkçülük
için bir dersane; edebiyat için biri televizyonlu, teypli, ses düzeni ve
sahnesi olan, biri de sinevizyonlu iki dersane var. Ayrıca bilgisayar ve yabancı
dil dersleri için de çeşitli dersaneler var. Fizik, kimya, biyoloji dersleri
için de çeşitli deneylikler var.
Spor için de pek çok şey var; futbol,
basketbol, voleybol alanları, kapalı spor salonu, jimnastik araçları vb.
Cuma akşamları film gösterilen,
konferans ve tiyatro gibi etkinliklere de uygun, yaklaşık bin kişi alan bir
tiyatro salonu var.
Kitap sayısını kesin bilmediğim,
büyük bir salonu olan bir de kütüphanesi var.
Öğretmen
Subayların Kökeni
Askerî okulların öğretmen gereksinmesi
üç yoldan karşılanıyor:
1. Askerî liseyi bitiren
öğrencilerin en başarılıları, ÖSYS'ye katılabiliyor. Bu öğrencilerden,
öğretmenlikle ilgili bir fakülteyi kazananlar FYO (Fakülte ve Yüksek Okullar Komutanlığı)'ya olarak
okuyorlar. Mezun olunca, askerî liselerde "öğretmen teğmen" olar
göreve başlıyorlar.
2. Askerî liselerde öğretmene gereksinim
varsa, ordunun ilgili komutanlığı, üniversitelere duyuruda bulunuyor. Burada
okuyan öğrencilerden isteyenler (ve gerekli koşullan taşıyanlar) FYO'ya
katılıyor. Onlar da öğrenci üniforması giyiyor. Mezun olunca, askerî liselerde
"öğretmen teğmen" olarak göreve başlıyorlar.
3. Askerlik yapmak için asteğmen
olarak askerî liselerde bulunanlar (elbette öğretmenler), komutanlık kabul
ederse ve kendileri de isterse tezkere bırakıp "öğretmen teğmen"
rütbesiyle muvazzaf subay oluyorlar.
Ayrıca birkaç tane sivil
öğretmen, birkaç tane de, ücretli derse giren yabancı var.
Sorunlar
Başta gelen sorun, “öğretmen
subaylar”ın "sınıf" sorunudur. Ordudaki sınıflar arasındaki sıralamada
"öğretmen" sınıfı en sonda yer almaktadır. "Hiç olmazsa
öğretmen olmak" anlayışı, demek ki orduya da yansımış. Durum böyle olunca,
aynı rütbede olsalar da, örneğin bir piyade yüzbaşı, öğretmen yüzbaşıya tepeden
bakabilmektedir. Zaten orduda "rütbe" gibi bir makam varken, üstüne bir
de "sınıf farkı" eklenince, özellikle alt rütbedeki öğretmen
subaylar epeyce sıkıntıda kalmaktadırlar. Okul komutanı da öğretmenliğin
dışındaki bir sınıftan olunca, öğretmen subayların sıkıntısı daha da artmaktadır.
Çünkü bu tepeden bakma anlayışı birçok uygulamada kendini gösteriyor.
Okul komutanı, öğretim yılı
başında, kimin hangi dersine hangi tarihte gireceği bir çizelgede belirlenmişken,
baskın niteliğinde derslere girebiliyor. Bu yetmezmiş gibi, müdahale edip dahası
öğretmen baya bağırıp eğitim-öğretimi olumsuz yönde etkileyebiliyor.
Zaten okul komutanı, öğretim
binasında göründü mü, hemen alarm başlıyor. Herkes diken üzerinde oturuyor.
Acaba piyango kime "vuracak"? Gördüğüm kadarıyla, bu rütbe ve sınıf
ayrılıkları eğitim-öğretime önemli ölçüde zarar veriyor. Askerlik, doğası
gereği, demokratik bir işleyişe uygun değil. Ama eğitim öyle mi? Demokrasinin
olmadığı yerde çağdaş eğitimden söz edilebilir mi? Ordunun, okullarındaki
eğitim anlayışını Okullar Daire Başkanı Tuğgeneral şöyle özetliyordu: "Çok
beğendiğim bir İngiliz atasözü var: ‘Çocuk eğitiminde, sporda, askerlikte ve
eğitimde demokrasi olmaz.’ (Bir okul denetimi sonrasında yapılan toplantıda
söylenmiştir.)"
Askerî lisede, askerî kurallar,
eğitimin kurallarından önce gelmektedir. Öğretmen subaylara ücretli ders
vermemek için her türlü yol denenmektedir. Örneğin, izinli ya da raporlu birisi
varsa, onun yerine dersi boş olan birisi idareten gönderilmektedir. Orada kaldığım
sekiz ay içerisinde kendimi bir eğitimciden çok, bir asker olarak hissettim.
Subaylığın en alt rütbesinde (ve sivile dönecek) biri olarak kendimi zaman
zaman müstahdem olarak da hissettim. Çünkü evrak getir- götür işleri de
yapıyorduk. Asteğmen yoksa, teğmen ve üsteğmenler aynı işi yapıyor.
Bir başka sorun da, ders
planlarının yanı sıra, ders notu yazma zorunluluğu. Öğretmen subay bir konuda
neleri işleyecekse, onları da yazıp dosyaya koymak zorundadır. Yani kırtasiyecilikten
başka bir işlevi olmayan bir uygulama. Kırtasiyeciliğin başka örnekleri de
var: Ders planı iki nüsha yapılıyor ve bir nüshası öğretmende kalırken, öbürü
bölüm başkanlığındaki dosyaya konuyor. Başka bir uygulama: Her bölüm
başkanlığında, okuldaki bütün kısımları gösteren bir başarı grafiği var. Her
dersin her sınavı için başarı yüzdelerine göre kesilmiş, yapışkanlı renkli
şeritler buraya yapıştırılıyor. Bu renkli şeritler de, elektrik kablosu
bantlarının iki üç milimetre eninde kesilmesiyle oluşturuluyor. Her sınav
sonrasında, birkaç kişi, birkaç gün uğraşarak bu grafiği yapabiliyor. Bu
grafikler ise, güzel renkli bir görüntü oluşturmaktan başka bir işe yaramıyor.
Çünkü Ölçme-Değerlendirme Şubesi var ki, okuldaki bütün derslerin, bütün
kısımların, bütün öğretmenlerin başarı grafikleri orada çıkarılıyor ve ilgili
yerlere işleniyor.
"Öğrencinin başarısı,
öğretmenin başarısıdır." anlayışıyla, yapay olarak başarının artırıldığı
da görülebiliyor. Çünkü başarısız (!) öğretmene bunun hesabı soruluyor. Devlet,
bir öğrenci için yaptığı milyonlarca liralık harcamanın boşa gitmesini
istemiyor. Zaman zaman öğrencilere "Çalışmadan sınıf geçilmez."
anlayışını vermek için, iki yıl üst üste kalanlar okuldan atılıyor. Ama genel
anlayış (ben de katılıyorum), öğrencileri yetiştirip de mezun etmek. Genelde,
çok önemli bir başarısızlık ya da sorun olmazsa, öğrencinin okuması için
olabildiğince hoşgörülü davranılıyor. Dahası okul komutanının, öğrencilere
subaylardan daha çok değer verdiği gibi bir sanıya da kapılmıyor değilim.
Örneğin, okula herkes için "şikâyet kutuları" konulması. Bunları
yalnızca okul komutanı açabiliyor. Devlet memurlarındaki şikâyet hakkının
silsile yoluyla yapılması zorunluluğu düşünülürse, yasal sayılmaz. (Ama güzel
ve yerinde bir uygulama. Bürokrasiyi ve haksız uygulamaları aşmaya yönelik iyi
niyetli bir çaba bence.)
Okul komutanının gerçek bir
Atatürkçü olduğunu da vurgulamak isterim. En azından laiklik konusunda öyle. Zamanında verilen ödünlerle orduya sızmayı
başaran şeriat yanlısı subayları safdışı etmek, etkisiz duruma getirmek için
elinden geleni yaptı. Ancak bunu yaparken, yanlış yöntemler de izlemedi değil. Önce,
şeriatçıları sindirmek amacıyla, Atatürk'ün Afet İnan'a yazdırdığı Medeni
Bilgiler'in belli sayfalarını öğretmen subaylara "ödev" olarak verdi.
Daha sonra onları, bu sayfalardan “sözlü sınav”a çekti. Hoş bir durum değildi.
Öğretmenliğin onuru bir kez daha zedelenmişti. Komutan, üstüne gidilmesi
gerekenlerle hesaplaşmalıydı, herkesle değil.
Bir de okul komutanının
"Cuma Konferansları" ünlüydü. Haftada bir olmasa da, iki haftada bir
"Laiklik ve Atatürk" konusunda uzun dersler veriyordu tüm okula.
Okuyan, araştıran bir insandı. Aynı zamanda doktora da yapmıştı. Bu konularda
saygıdeğer biriydi. Ancak "Komutan her şeyi bilir." anlayışı,
eğitimciliğe ters düşüyordu. Çünkü her şeyi bilmiyordu, bilemezdi. Bilir gibi
görünmek de, her zaman sökmüyordu; özellikle eğitimcilere. Bir subay meslektaşım
-üstelik de mesleğinde oldukça eskiydi- "Biz her şeyden önce eğitimciyiz."
diyordu. Yıllarca subaylık yaptıktan sonra bunu söyleyebilmek, gerçekten de
büyüklüktü. O ortamı yaşayanlar ancak, bunu anlayabilirler.
Öğretmen subaylardan, çok saygı
duyduğum kişiler tanıdığım gibi, bende olumsuz izlenimler bırakanlar da oldu.
Bu, her yerde olabilir. Sanırım, gördüğüm ve konuştuğum kadarıyla beni sevenler
de oldu. Bu yüzden, komutanlarım olmalarına karşın, açıkça ve korkusuzca
konuşabildiğimiz kişiler oldu. Onlardan öğrendiğim özetle şuydu: Bu ortam,
onları bunaltıyordu. Sivil okullara -bu açıdan- gıptayla bakıyorlardı.
Öğretmenliği severek yapamıyorlardı. Eskisi kadar çekici olmasa da, yine de
devlet memurları içinde olanakları daha iyice olan bir kurumdaydılar. Bu,
onların tek avuntusuydu belki de.
Öğrencilere gelince: Onlar da
tercihlerinden sorumlu olabilecek bir çağa gelmeden -genellikle- üniformanın
(özellikle de havacılığın) albenisiyle askerî okulları seçiyorlar. Orta üçüncü
sınıftaki birçok öğrenci henüz subay ile astsubay arasındaki ayrımı bile bilmiyor.
Askerî lisedeki öğrenciler,
sınavla seçilip gelen, zeki öğrencilerdi. Birçok şeyin ayrımındaydılar. Sivil
liseleri çok merak ediyorlardı. Birçok öğrencim "Onlar nasıl? Bizden çok
mu farklılar? Bizi nasıl buldunuz?" türünden sorular soruyorlardı. Oysa,
öğrenci psikolojisi konusunda onlar da sivil okullardaki öğrencilerden çok
farklı değillerdi. Çok düşünmüşümdür "Bu okul olanaklarıyla ve bu
öğrencilerle, sivil ve çağdaş bir düşünceyle neler yapılamaz ki..." diye.
Öğrencilere en çok koyan,
"geri beslemeler" ve "hafta sonu cezaları". "Geri
besleme" sınavlarda başarısız olan öğrencilerin hafta sonlarında zorunlu
ders çalışmaları demek olan bir tür ceza. Bunun, amacına ulaştığı söylenemez.
Yani geri beslemeye kalan öğrencilerin ders çalıştığını pek görmedim. Okuldaki
disiplin cezaları, genellikle hafta sonu çıkmama cezası. Örneğin, sigara
bulunduran bir öğrenciye iki hafta sonu çıkmama, sigara içen bir öğrenciye de
üç hafta sonu çıkmama cezası veriliyor. Bence bunlar, öğrencilere çok ağır
geliyor. Çünkü öğrenciler zaten haftanın beş günü okul dışına çıkmıyorlar.
Hafta sonunu dört gözle bekliyorlar. Çoğunluk dışarı çıkarken, içeride kalmak
hiç de hoş bir durum değil. Bu cezaların caydırıcılığı konusunda nesnel bir
yargıya varmamı sağlayacak bir verim yok. Ancak cezalı öğrencilere baktığımda,
aynı suçu işlediğinden bir aydan fazla bir süredir dışarı çıkmayanları
görüyordum. Demek ki pek de caydırıcı olmamış bu cezalar.
Bir de öğrenciler, kimi
öğretmenlerin davranışlarından yakınıyorlardı: Kendilerine söz hakkı
vermemeleri, kaba davranmaları gibi. Ancak "şikâyet kutuları"
yürürlüğe girdikten sonra, bu kaba davranışların epeyce azaldığı kanısındayım.
Çünkü, "Emir, demiri keser."
Kısımların ve öğrencilerin
başarısını artırmak için, kısımlar arasında bir rekabet ortamı yaratılıyor ve
yıl sonunda, en başarılı kısım belirlenip “şeref sancağı”nı kısım kapısının
önüne dikmeye hak kazanıyor.
Bir de sınıflar arasında alt-üst
ilişkisi şimdiden başlamış. Alt sınıftaki öğrenci, üst sınıftakine
"abi" demek zorunda. Bu kuralı, sınıflar arasındaki ilişki,
kendiliğinden belirlemiş.
Orduda son yıllarda, askerî
liselerin kaldırılıp kaldırılmaması konusunun tartışıldığını da duyuyoruz.
Benim öğretmen subaylarda gördüğüm eğilim, kaldırılmasından yana. Gerçekten de
olumlu bir düşünce. Çünkü son yıllarda, askerî liselere başvuran öğrencilerin
sayısında önemli bir azalma var. Geçen öğretim yılında Hazırlık sınıfına alınan
yüz kırk dolayındaki öğrenciden yüz kadarının kaydını ben yapmıştım. Bu öğrenciler
içinde babası subay olan bir kişi bile yoktu. Yalnızca iki tanesinin babası
"astsubay"dı. Bu da, düşünülmesi gereken önemli bir sorundur.
Liseyi bitiren bir öğrenci, artık
seçiminden sorumlu tutulabilir. Yani ileride mesleğini sevmeme konusunda başkalarını
-tümüyle- suçlayamaz. Bu konu askerî lise ve harp okulları için de
düşünülebilir. Subay ya da astsubay olmaya karar vermek için, ortaokulu bitirme
çağı küçük sayılabilir ve öğrenci daha kolayca başkalarının etkisinde kalabilir;
daha sonra da okulundan ya da mesleğinden memnun kalmadığında başkalarını
suçlayabilir. Ancak liseden sonra bu tercih yapılırsa, daha bilinçli ve daha az
riskli bir durum olur.
Yazımın başında da belirttiğim
gibi, tek tek bireyleri kötülemek gibi bir amacım yok. Ancak, subay da olsalar,
oradaki meslektaşlarım öğretmendi, öğretmenlerin sorunları, nerede olursa
olsun, beni bağlıyor. Askerî liseler, toplumun pek çok kesimi için, bir kapalı
kutu. Buralardaki sorunlar, kendi içlerinde tartışılmıyor mu? Elbette
tartışılıyor; ama yeterince özgür konuşulamadığı için her şey söylenemiyor.
Söylenenler de "Kol kırılır yen içinde" örneği, tüm eğitimcilere
yansımıyor. İstedim ki, bu yazıyla onların sorunlarını, (bir sivil öğretmen
gözüyle) gördüğüm, eğitimle uyuşmayan noktaları bir dergide ortaya koyayım.
Belki oradaki meslektaşlarıma bir yararım dokunur. Çünkü orada, gerçekten,
sevgi, saygı, gönül borcu duyduğum değerli kişiler de var. Her ne kadar
kimileri biz asteğmenleri "sivil" görüp dışlamaya, küçümsemeye kalksa
da, belki de bizi kıskansa da...
Bu yazıyı, çok önemli bulduğum
bir anımla bitiriyorum:
Amirim olan üst rütbeli bir
subay, hak etmediğim bir konuda bana bağırmıştı.
Ben de yüksek sesle “bana bağırmaya hakkı olmadığını, suçum varsa soruşturma
açmasını, insanca muamele görmek istediğimi” söylemiştim. Benim bu davranışım
onu çok şaşırtmıştı. Kimi sürtüşmelerden
sonra, benim bu davranışımı (ast-amir ilişkisini ihlal etmek), “İç Hizmet
Kanunu”nu bilmeyişime bağlamıştı. Emri altındaki m asteğmenlere bu kanunu
öğretmeyi görev bildi. Odasında bize, gerekli maddeleri okuyup yorumlarken dedi
ki: “Bak asteğmenim! Bu, İnsan Hakları Beyannamesi değil, İç Hizmet Kanunu”
(Öğretmen Dünyası 169, Ocak 1994)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder