18 Kasım 2021 Perşembe

 

ELEŞTİREL BİR GÖZLE

IŞIKLAR ASKERÎ LİSESİ

Ali TÜRKSEVEN



Askerî liseler, kamuoyunda pek tanınmıyor. Gerçi zaman zaman sivil okulların öğrenci ve öğretmenlerine, askeri liselerin kapıları, tanıtım için açılıyor. Ancak o öğrenci ve öğretmenlerin gördükleri, madalyonun bir yüzüdür. Bu yüz ise; bilgisayar­larıyla, monitörlü derslikleriyle, sinevizyonuyla, spor salonu ve araçlarıyla, si­nema salonuyla, öğrenci gazinolarıyla oldukça gösterişlidir. Hemen ekleme­liyim ki ben de Türkiye'deki bütün aske­rî liseleri tanımıyorum; bu yüzden de hepsi için konuşmuyorum.

MEB'in bir öğretmeni olarak, dört aylık temel eğitimden sonra, asteğmen olarak Bursa Işıklar Askeri Lisesine atandım. Buradaki sekiz aylık göre­vimde hem bir askerî liseyi tanıma, hem de sivil okullarla bir karşılaştırma yap­ma olanağı buldum. Bu yazıyı yazmak­taki amacım, Işıklar Askerî Lisesini ve oradaki görevlileri kötülemek değil, bir sistemin eleştirisini yapmaktır. Aynı za­manda sivil okullardaki meslektaşlarımın bir askerî lisenin işleyişini -görebildiğimce- tanımalarını sağlamaktır.

Okulun Yönetimi

Okulun başında bir kurmay albay var. Orduda genelkurmay başkanı neyse, orada da o öyle. Ondan sonra üç alt birim var: Öğretim Başkanlığı, Öğrenci Amirliği, Destek Kıtaları Komu­tanlığı. Öğretim Başkanlığına bağlı ola­rak Fen Dersleri Bölüm Başkanlığı, Sos­yal Dersler Bölüm Başkanlığı, Yabancı Diller Bölüm Başkanlığı, Uygulamalı Dersler Bölüm Başkanlığı var. Destek Kıtaları, okulun güvenliğini sağlıyor.

Okulda ayrıca Plan-Program Şube Müdürlüğü, Ölçme-Değerlendirme Şube Müdürlüğü, Rehberlik Bürosu, OBİ (Ordu Bilgisayar İşlem) Kısım Amirliği, Kantin Başkanlığı, Kütüphane Subaylığı … gibi birimler var.

Sınıflar

Okulda dört sınıf var: Hazırlık, Lise 1,2,3. Her sınıfın şubelerine orada "kısım" deniyor. Her kısmın da onar şubesi var. 1992-1993 Eğitim-Öğretim Yılında yeni alınan öğrenci sayısı azaltıldığı, için Hazırlık'ta kısım sayısı yediye indirilmişti. Kısımlarda öğrenci sayısı 20 ile 28 arasında. Her sınıf, bir katta yer alıyor. Her sınıfın, kendi katında bir gazinosu, berberi ve terzisi var. Kapalı devre TV yayını için, her kısımda bir monitör var. Ayrıca her kısımda bir tepegöz; her öğrencinin kitap, defter için bir dolabı var.

Okulun Olanakları

Çağdaş eğitim için bir okulda olması gerekenlerin tümüne yakını var. Coğrafya dersleri için Coğrafya Dersanesi; psikoloji için Psiko-Teknik Dersanesi; T.C. İnk.Tarihi ve Atatürkçülük için bir dersane; edebiyat için biri televizyonlu, teypli, ses düzeni ve sahnesi olan, biri de sinevizyonlu iki dersane var. Ayrıca bilgisayar ve ya­bancı dil dersleri için de çeşitli dersaneler var. Fizik, kimya, biyoloji dersleri için de çeşitli deneylikler var.

Spor için de pek çok şey var; fut­bol, basketbol, voleybol alanları, kapalı spor salonu, jimnastik araçları vb.

Cuma akşamları film gösterilen, konferans ve tiyatro gibi etkinliklere de uygun, yaklaşık bin kişi alan bir tiyatro salonu var.

Kitap sayısını kesin bilmediğim, büyük bir salonu olan bir de kütüphanesi var.

Öğretmen Subayların Kökeni

Askerî okulların öğretmen gerek­sinmesi üç yoldan karşılanıyor:

1. Askerî liseyi bitiren öğrencilerin en başarılıları, ÖSYS'ye katılabiliyor. Bu öğrencilerden, öğretmenlikle ilgili bir fakülteyi kazananlar FYO (Fakülte  ve Yüksek Okullar Komutanlığı)'ya olarak okuyorlar. Mezun olunca, askerî liselerde "öğretmen teğmen" olar göreve başlıyorlar.

2. Askerî liselerde öğretmene ge­reksinim varsa, ordunun ilgili komu­tanlığı, üniversitelere duyuruda bulu­nuyor. Burada okuyan öğrencilerden isteyenler (ve gerekli koşullan taşıyanlar) FYO'ya katılıyor. Onlar da öğrenci üniforması giyiyor. Mezun olun­ca, askerî liselerde "öğretmen teğmen" olarak göreve başlıyorlar.

3. Askerlik yapmak için asteğmen olarak askerî liselerde bulunanlar (el­bette öğretmenler), komutanlık kabul ederse ve kendileri de isterse tezkere bırakıp "öğretmen teğmen" rütbesiyle muvazzaf subay oluyorlar.

Ayrıca birkaç tane sivil öğretmen, birkaç tane de, ücretli derse giren yabancı var.

Sorunlar

Başta gelen sorun, “öğretmen subaylar”ın "sınıf" sorunudur. Ordudaki sınıflar arasındaki sıralamada "öğret­men" sınıfı en sonda yer almaktadır. "Hiç olmazsa öğretmen olmak" anlayışı, demek ki orduya da yansımış. Durum böyle olunca, aynı rütbede olsalar da, örneğin bir piyade yüzbaşı, öğretmen yüzbaşıya tepeden bakabilmektedir. Zaten orduda "rütbe" gibi bir makam varken, üstüne bir de "sınıf farkı" ekle­nince, özellikle alt rütbedeki öğretmen subaylar epeyce sıkıntıda kalmaktadır­lar. Okul komutanı da öğretmenliğin dışındaki bir sınıftan olunca, öğretmen subayların sıkıntısı daha da artmaktadır. Çünkü bu tepeden bakma anlayışı birçok uygulamada kendini gösteriyor.

Okul komutanı, öğretim yılı başında, kimin hangi dersine hangi tarih­te gireceği bir çizelgede belirlen­mişken, baskın niteliğinde derslere girebiliyor. Bu yetmezmiş gibi, müdahale edip dahası öğretmen baya bağırıp eğitim-öğretimi olumsuz yönde etkileyebiliyor.

Zaten okul komutanı, öğretim binasında göründü mü, hemen alarm başlıyor. Herkes diken üzerinde otu­ruyor. Acaba piyango kime "vuracak"? Gördüğüm kadarıyla, bu rütbe ve sınıf ayrılıkları eğitim-öğretime önemli ölçüde zarar veriyor. Askerlik, doğası gereği, demokratik bir işleyişe uygun değil. Ama eğitim öyle mi? Demokrasinin olmadığı yerde çağdaş eğitimden söz edilebilir mi? Ordunun, okullarındaki eğitim anlayışını Okullar Daire Başkanı Tuğgeneral şöyle özetliyordu: "Çok beğendiğim bir İngiliz atasözü var: ‘Çocuk eğitiminde, sporda, asker­likte ve eğitimde demokra­si olmaz.’ (Bir okul deneti­mi sonrasında yapılan toplantıda söylenmiştir.)"

Askerî lisede, askerî kurallar, eğitimin kurallarından önce gelmektedir. Öğretmen subaylara ücretli ders vermemek için her türlü yol denenmektedir. Örneğin, izinli ya da raporlu birisi varsa, onun yerine dersi boş olan birisi idareten gönderilmektedir. Orada kaldığım sekiz ay içerisinde kendimi bir eğitimciden çok, bir asker ola­rak hissettim. Subaylığın en alt rütbesinde (ve sivile dönecek) biri ola­rak kendimi zaman zaman müstahdem olarak da hissettim. Çünkü evrak getir- götür işleri de yapıyorduk. Asteğmen yoksa, teğmen ve üsteğmenler aynı işi yapıyor.

Bir başka sorun da, ders planlarının yanı sıra, ders notu yazma zorunluluğu. Öğretmen subay bir konuda neleri işleyecekse, onları da yazıp dosyaya koymak zorundadır. Yani kırtasiyeci­likten başka bir işlevi olmayan bir uy­gulama. Kırtasiyeciliğin başka örnekleri de var: Ders planı iki nüsha yapılıyor ve bir nüshası öğretmende kalırken, öbürü bölüm başkanlığındaki dosyaya konuyor. Başka bir uygulama: Her bölüm başkanlığında, okuldaki bütün kısımları gösteren bir başarı grafiği var. Her dersin her sınavı için başarı yüzdelerine göre kesilmiş, yapışkanlı renkli şeritler buraya yapıştırılıyor. Bu renkli şeritler de, elektrik kablosu bantlarının iki üç milimetre eninde kesilmesiyle oluşturuluyor. Her sınav sonrasında, birkaç kişi, birkaç gün uğraşarak bu grafiği ya­pabiliyor. Bu grafikler ise, güzel renkli bir görüntü oluşturmaktan başka bir işe yaramıyor. Çünkü Ölçme-Değerlendirme Şubesi var ki, okuldaki bütün derslerin, bütün kısımların, bütün öğretmenlerin başarı grafikleri orada çıkarılıyor ve il­gili yerlere işleniyor.

"Öğrencinin başarısı, öğretmenin başarısıdır." anlayışıyla, yapay olarak başarının artırıldığı da görülebiliyor. Çünkü başarısız (!) öğretmene bunun hesabı soruluyor. Devlet, bir öğrenci için yaptığı milyonlarca liralık harca­manın boşa gitmesini istemiyor. Zaman zaman öğrencilere "Çalışmadan sınıf geçilmez." anlayışını vermek için, iki yıl üst üste kalanlar okuldan atılıyor. Ama genel anlayış (ben de katılıyorum), öğrencileri yetiştirip de mezun etmek. Genelde, çok önemli bir başarısızlık ya da sorun olmazsa, öğrencinin okuması için olabildiğince hoşgörülü davranılıyor. Dahası okul komutanının, öğrencilere subaylardan daha çok değer verdiği gibi bir sanıya da kapılmıyor değilim. Örneğin, okula her­kes için "şikâyet kutuları" konulması. Bunları yalnızca okul komutanı açabiliyor. Devlet memurlarındaki şikâyet hakkının silsile yoluyla yapılması zorunluluğu düşünülürse, yasal sayılmaz. (Ama güzel ve yerinde bir uygulama. Bürokrasiyi ve haksız uygulamaları aşmaya yönelik iyi niyetli bir çaba bence.)

Okul komutanının gerçek bir Atatürkçü olduğunu da vurgulamak iste­rim. En azından laiklik konusunda öyle.  Zamanında verilen ödünlerle orduya sızmayı başaran şeriat yanlısı subayları safdışı etmek, etkisiz duruma getirmek için elinden geleni yaptı. Ancak bunu yaparken, yanlış yöntemler de izlemedi değil. Önce, şeriatçıları sindirmek amacıyla, Atatürk'ün Afet İnan'a yazdırdığı Medeni Bilgiler'in belli sayfalarını öğretmen subaylara "ödev" olarak verdi. Daha sonra onları, bu say­falardan “sözlü sınav”a çekti. Hoş bir durum değildi. Öğretmenliğin onuru bir kez daha zede­lenmişti. Komutan, üstüne gidilmesi gerekenlerle hesaplaşmalıydı, herkesle değil.

Bir de okul komu­tanının "Cuma Konferans­ları" ünlüydü. Haftada bir olmasa da, iki haftada bir "Laiklik ve Atatürk" konusunda uzun dersler ve­riyordu tüm okula. Okuyan, araştıran bir insandı. Aynı zamanda doktora da yapmıştı. Bu konularda saygıdeğer bi­riydi. Ancak "Komutan her şeyi bilir." anlayışı, eğitimciliğe ters düşüyordu. Çünkü her şeyi bilmiyordu, bilemezdi. Bilir gibi görünmek de, her zaman sökmüyordu; özellikle eğitimcilere. Bir subay meslektaşım -üstelik de mesleğinde oldukça eskiydi- "Biz her şeyden önce eğitimciyiz." diyordu. Yıllarca subaylık yaptıktan sonra bunu söyleyebilmek, gerçekten de büyüklüktü. O ortamı yaşayanlar ancak, bunu anlayabilirler.

Öğretmen subaylardan, çok saygı duyduğum kişiler tanıdığım gibi, bende olumsuz izlenimler bırakanlar da oldu. Bu, her yerde olabilir. Sanırım, gördüğüm ve konuştuğum kadarıyla beni sevenler de oldu. Bu yüzden, komutan­larım olmalarına karşın, açıkça ve korku­suzca konuşabildiğimiz kişiler oldu. On­lardan öğrendiğim özetle şuydu: Bu ortam, onları bunaltıyordu. Sivil okullara -bu açıdan- gıptayla bakıyorlardı. Öğretmenliği severek yapamıyorlardı. Eskisi kadar çekici olmasa da, yine de devlet memurları içinde olanakları daha iyice olan bir kurumdaydılar. Bu, onların tek avuntusuydu belki de.

Öğrencilere gelince: Onlar da tercihlerinden sorumlu olabilecek bir çağa gelmeden -genellikle- üniformanın (özellikle de havacılığın) albenisiyle as­kerî okulları seçiyorlar. Orta üçüncü sınıftaki birçok öğrenci henüz subay ile astsubay arasındaki ayrımı bile bil­miyor.

Askerî lisedeki öğrenciler, sınavla seçilip gelen, zeki öğrencilerdi. Birçok şeyin ayrımındaydılar. Sivil liseleri çok merak ediyorlardı. Birçok öğrencim "Onlar nasıl? Bizden çok mu farklılar? Bizi nasıl buldunuz?" türünden sorular so­ruyorlardı. Oysa, öğrenci psikolojisi ko­nusunda onlar da sivil okullardaki öğrencilerden çok farklı değillerdi. Çok düşünmüşümdür "Bu okul olanaklarıyla ve bu öğrencilerle, sivil ve çağdaş bir düşünceyle neler yapılamaz ki..." diye.

Öğrencilere en çok koyan, "geri beslemeler" ve "hafta sonu cezaları". "Geri besleme" sınavlarda başarısız olan öğrencilerin hafta sonlarında zorun­lu ders çalışmaları demek olan bir tür ceza. Bunun, amacına ulaştığı söylenemez. Yani geri beslemeye kalan öğrencilerin ders çalıştığını pek görmedim. Okuldaki disiplin cezaları, genellikle hafta sonu çıkmama cezası. Örneğin, sigara bulunduran bir öğrenciye iki hafta sonu çıkmama, siga­ra içen bir öğrenciye de üç hafta sonu çıkmama cezası veriliyor. Bence bunlar, öğrencilere çok ağır geliyor. Çünkü öğrenciler zaten haftanın beş günü okul dışına çıkmıyorlar. Hafta sonunu dört gözle bekliyorlar. Çoğunluk dışarı çıkarken, içeride kalmak hiç de hoş bir durum değil. Bu cezaların caydırıcılığı konusunda nesnel bir yargıya varmamı sağlayacak bir verim yok. Ancak cezalı öğrencilere baktığımda, aynı suçu işlediğinden bir aydan fazla bir süredir dışarı çıkmayanları görüyordum. Demek ki pek de caydırıcı olmamış bu cezalar.

Bir de öğrenciler, kimi öğretmenlerin davranışlarından yakınıyorlardı: Kendilerine söz hakkı vermemeleri, kaba davranmaları gibi. Ancak "şikâyet kutuları" yürürlüğe gir­dikten sonra, bu kaba davranışların epeyce azaldığı kanısındayım. Çünkü, "Emir, demiri keser."

Kısımların ve öğrencilerin başarısını artırmak için, kısımlar arasında bir reka­bet ortamı yaratılıyor ve yıl sonunda, en başarılı kısım belirlenip “şeref sancağı”nı kısım kapısının önüne dikmeye hak kazanıyor.

Bir de sınıflar arasında alt-üst ilişkisi şimdiden başlamış. Alt sınıftaki öğrenci, üst sınıftakine "abi" demek zo­runda. Bu kuralı, sınıflar arasındaki ilişki, kendiliğinden belirlemiş.

Orduda son yıllarda, askerî lisele­rin kaldırılıp kaldırılmaması konusunun tartışıldığını da duyuyoruz. Benim öğretmen subaylarda gördüğüm eğilim, kaldırılmasından yana. Gerçekten de olumlu bir düşünce. Çünkü son yıllarda, askerî liselere başvuran öğrencilerin sayısında önemli bir azalma var. Geçen öğretim yılında Hazırlık sınıfına alınan yüz kırk dolayındaki öğrenciden yüz kadarının kaydını ben yapmıştım. Bu öğrenciler içinde babası subay olan bir kişi bile yoktu. Yalnızca iki tanesinin babası "astsubay"dı. Bu da, düşünülmesi gereken önemli bir sorundur.

Liseyi bitiren bir öğrenci, artık seçiminden sorumlu tutulabilir. Yani ile­ride mesleğini sevmeme konusunda başkalarını -tümüyle- suçlayamaz. Bu konu askerî lise ve harp okulları için de düşünülebilir. Subay ya da astsubay ol­maya karar vermek için, ortaokulu bitir­me çağı küçük sayılabilir ve öğrenci daha kolayca başkalarının etkisinde ka­labilir; daha sonra da okulundan ya da mesleğinden memnun kalmadığında başkalarını suçlayabilir. Ancak liseden sonra bu tercih yapılırsa, daha bilinçli ve daha az riskli bir durum olur.

Yazımın başında da belirttiğim gibi, tek tek bireyleri kötülemek gibi bir amacım yok. Ancak, subay da olsa­lar, oradaki meslektaşlarım öğretmendi, öğretmenlerin sorunları, nerede olursa olsun, beni bağlıyor. Askerî liseler, top­lumun pek çok kesimi için, bir kapalı kutu. Buralardaki sorunlar, kendi içlerinde tartışılmıyor mu? Elbette tartışılıyor; ama yeterince özgür konuşulamadığı için her şey söylenemiyor. Söylenenler de "Kol kırılır yen içinde" örneği, tüm eğitimcilere yansımıyor. İstedim ki, bu yazıyla onların sorunlarını, (bir sivil öğretmen gözüyle) gördüğüm, eğitimle uyuşmayan noktaları bir dergide ortaya koyayım. Belki oradaki meslektaşlarıma bir yararım dokunur. Çünkü orada, gerçekten, sevgi, saygı, gönül borcu duyduğum değerli kişiler de var. Her ne kadar kimileri biz asteğmenleri "sivil" görüp dışlamaya, küçümsemeye kalksa da, belki de bizi kıskansa da...

Bu yazıyı, çok önemli bulduğum bir anımla bitiriyorum:

Amirim olan üst rütbeli bir subay,  hak etmediğim bir konuda bana bağırmıştı. Ben de yüksek sesle “bana bağırmaya hakkı olmadığını, suçum varsa soruşturma açmasını, insanca muamele görmek istediğimi” söylemiştim. Benim bu davranışım onu çok şaşırtmıştı.  Kimi sürtüşmelerden sonra, benim bu davranışımı (ast-amir ilişkisini ihlal etmek), “İç Hizmet Kanunu”nu bilmeyişime bağlamıştı. Emri altındaki m asteğmenlere bu kanunu öğretmeyi görev bildi. Odasında bize, gerekli maddeleri okuyup yorumlarken dedi ki: “Bak asteğmenim! Bu, İnsan Hakları Beyannamesi değil, İç Hizmet Kanunu”

(Öğretmen Dünyası 169, Ocak 1994)

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  “de” Sözcüğü Sorunu Ali TÜRKSEVEN               Sorun Şifreleri çok tartışılan şu 2011 YGS’nin 29. Türkçe sorusu, “bağlaç”ın ne ol...