İlkokullar ve ilköğretim
okulları; birinci dönemde bir, ikinci dönemde de bir kez olmak üzere, bir
öğretim yılında toplam iki kez denetlenir. Bu denetimlerin birincisi "yol
göstermek", ikincisi "eksik bulmak" amacıyladır genelde. Yapılan
denetimlerde yalnızca denetçi, öğretmeni denetlemez; öğretmen de kimi kez
kafasında, kimi kez de açıkça, eğitim dizgesini ve denetçiyi değerlendirir.
İşte bu yazıda da, sesli düşünen bir öğretmen, okulların denetlenmesini
değerlendiriyor.
MEB’in çelişkili bir denetim
dizgesi var. Önceleri ilköğretim denetçileri, ilkokul öğretmenlerini; bakanlık
denetçileri de ders öğretmenlerini denetlerdi. Son birkaç yıl içinde yapılan
değişiklerle, ilköğretim denetçileri, ilköğretim okullarında görev yapan tüm
öğretmenleri denetleme yetkisini edindiler. Böyle olunca, iki çelişki çıktı
ortaya: Birincisi, ilköğretim okulunda görev yapan bir Türkçe öğretmenini
ilköğretim denetçisi denetlerken, ortaokuldaki benzer bir öğretmeni bakanlık
denetçisi denetliyor. İkincisi, daha da olumsuz: O ders dalında bir uzmanlığı
olmayan ilköğretim denetçisi, örneğin bir Türkçe dersi öğretmenini ne ölçüde
değerlendirebilir? Birkaç yıldır bu denetim dizgesinin sancıları giderek
büyüyor.
Toplumsal düzenin yama tutmayan
delikleri büyürken, eğitim dizgesinin de sağlam olması beklenemezdi. Nitekim
her yıl yinelenen ve artık, kabak tadı veren okul denetimlerinde şu gerçek
çıkıyor ortaya: Kendimizi kandırıyoruz! Öğretmenin, öğrencisine verdiği
değeri; bakanlık, öğretmenine vermiyor. Çünkü denetimlerde yaşanan budur.
Denetimde egemen olan mantık "öğretmene öğüt vermek" ve “öğretmenin
eksiğini bulmak”tır. Yine bu mantığın sonucunda öğretmene güven duymamak
doğallığı vardır. Öğretmene güven duymamak ise 12 Eylül 1980'e dayanır.
Toplumsal karşı duruşun önemli odakları olan eğitimcilere ve öğrencilere
1980'lerde çok büyük baskılar, kıyımlar uygulanmıştır.
Öğretmene güven duymamak
anlayışından denetime yansıyan bir örnek seçeceğim: Günlük planlar. Özellikle
ders öğretmenleriyle denetçiler arasındaki sorunların başında günlük planlar
geliyor. Ders öğretmenlerinin büyük bir çoğunluğu plan “yazmamak”ta (yapmamakta
demiyorum) direnirken, denetçiler de "yönetmelik emri gereği"
sürekli, günlük plan üzerinde duruyorlar.
1980'lere gelinceye dek böyle bir
zorunluluk yoktu. Peki ülkemizde 1980'e dek eğitim-öğretim işleri hep bu yüzden
mi aksamıştı? Yazılı plan olmadan ders yapılmıyor muydu?
Yazılı plana karşı çıkarken,
eğitim-öğretimde plansızlığı savunuyor değilim. Denetçiler kadar ben de
biliyorum eğitim-öğretimin bir planlama işi olduğunu. Ben vereceğim derse doğru
dürüst hazırlanmadan çok güzel günlük planlar yazabilirim. Bunları görenler
hayran da kalabilir. Ama bu günlük plan, benim iyi bir öğretmen olduğumun
göstergesi değildir, olamaz da.
Bir öğretmen, ders planını
kafasında da yapabilir. Çünkü planlar yalnızca yazılı olmazlar. Biz Türkçe
derslerinde kompozisyon çalışmaları yaparken, önceleri, yazacakları konunun
planını maddeler biçiminde yazmalarını isteriz öğrencilerden. Planlı yazma
alışkanlığı edinince, biz Türkçe öğretmenleri, öğrenciye "ille de yazdığın
konunun planını gösteri" demeyiz. Bizim, öğrencilerden istemediğimizi,
denetçiler bizden istiyor.
Mesleğe yeni başlayan
öğretmenlerin yazılı günlük plan yapmasının, yetişmeleri için olumlu olduğu
kanısındayım. Stajyer öğretmenlere, angarya sayılabilecek "stajyerlik
dosyaları" hazırlatmak yerine, onları eğitim- öğretimle ilgili daha
gerçekçi ve daha uygulayımsal bilgilerle donatmak en uygunudur.
Bu "günlük plan"
sorunu, yalnızca bir örnektir. Sorun "eğitimdeki denetim"
anlayışıdır. Ülkemizde ne kadar demokrasi varsa, eğitimimizde de o kadar var.
Demokrat denetçiler azınlıktadır. Yazımın başında da belirttiğim gibi, ikinci
dönemde yapılan denetimler hep eksik bulmak içindir, öğretmeni eleştirmek
içindir, öğretmeni sıkıştırmak içindir. Bu anlayışla, her zaman (birbirini
bütünlemesi gereken) denetçi ve öğretmen kesimi karşı karşıya gelecektir. Oysa
denetçi de öğretmen de öğrenci için vardır.
Burada çok önemli bir olguya da
değinmeden geçemeyeceğim: Bakanlık denetçileri de gördük, ilköğretim denetçileri
de. Bakanlık denetçileri sınıfa girdiklerinde öğretmen kürsüsüne geçmeyi uygun
bulmayıp da arkalarda bir yere oturmayı seçerken, nedense, ilköğretim
denetçileri hep kürsüde oturmayı yeğliyorlar. Amaç öğretmeni sınıfta ikinci
plana düşürmek değilse eğer, bu yaptıkları -en hafifinden- düşüncesizliktir.
Eğitim-öğretim işlerinde denetim
de zorunludur. Ancak ülkemizdeki denetim anlayışı ilkeldir, çağdışıdır,
baskıcıdır. Bu denetim biçimi, eğitim işlerine yarardan çok zarar
getirmektedir. Denetim anlayışının çağdaş ve demokrat bir yapıya kavuşturulması
kaçınılmazdır.
Denetçilerin eleştirilerinde
haklı oldukları noktalar da vardır. Ancak mevcutların yetmiş öğrenciye
dayandığı sınıflarda öğretmenin ne denli başarılı olabileceği de düşünülmelidir.
“Çağdaş eğitim”in sınıflarında yirmi öğrenci olduğu unutulmamalıdır.
Öyle bir denetim dizgesi
kurulmalıdır ki, içerisinde öğrencinin, öğretmenin, okul yönetiminin ve
velilerin katkısı olsun.
(Öğretmen
Dünyası 174, Haziran 1994)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder