DİL YÜRÜYOR, YÜRÜYECEK
Ali TÜRKSEVEN
“Sözün güzel ve doğru söyleme kurallarına
uygun olabilmesi, öteki koşullarla birlikte, alışılmamış sözcüklerle
söylenmeyişine bağlıdır. (…) Olabildiğince Türkçe sözcükler kullanılarak açık
yazılmış sözler ise isteği ve amacı bütünüyle anlatır. Böyle sözlerde daha çok
kolaylık bulunacağı ortadadır.
Osmanlı yazarları amaç
ve isteklerinin kolayca anlaşılması yoluna gitmeyip ne denli çok Arapça ve
Farsça sözcük bildiklerini göstermeyi beceri sanmış; örneğin dilimizde ‘taş’
sözü varken bunun yerine pek çok kimsece bilinmeyen ‘senk’ ya da ‘hacer’
sözcüklerini kullanmayı inceliğe daha uygun sanmışlardır. Bu durum, birçok
zararının yanında dilimizdeki pek çok Türkçe sözcüğün bırakılmasına ve
unutulmasına yol açmıştır.
(…)
Eski yazarlarla
onların yolunu -değiştirerek de
olsa- benimseyen yeni yazarların
yapıtları, kullanılan birçok Arapça, Farsça sözcük yüzünden yazı dili için
hiçbir zaman örnek göstermeye uygun sayılamaz. Bu nedenle öğrenciye bu türden
yapıtlar gösterilmeyip olabildiğince Türkçe, açık sözler okutturulup
yazdırılmalıdır. Bu genelge, işte bu konunun yazılı anlatım öğretmenlerince
uygulanmasını sağlamak için yazıldı. 19 Mayıs 1894, II. Abdülhamid” [1]
Yıl 1894… Osmanlı padişahlarından II. Abdülhamid… Bir genelge yayımlamış. Genelgeyi günümüz Türkçesine çevirdiğimizde, “kızıl sultan”, anadiline duyarlı bir devlet adamı kimliğiyle çıkıyor karşımıza. Şaşırtıcı ama gerçek.
Yıl 2003 … Türkiye Cumhuriyetinin Ulusal Eğitim Bakanı… Adı önemli değil. Gerçekten de önemli değil; çünkü Türkçe kendisini sevmeyenleri nefretle bile anmayacaktır. Sen daha koltuğuna ısınmadan önceki bakanlardan Metin Bostancıoğlu’nun “Türkçeye özen gösterelim.” anlayışındaki genelgesini yürürlükten kaldırırsan, Türkçe seni yürürlüğe hiç sokmayacaktır.
*
12
Eylül Darbesi’nden bu yana, devlet erkini elinde bulunduranların topluma
yararlı işler yapmasından umudu kestik; zarar vermemelerini kâr sayıyoruz.
Siyasal uygulamalar karşısında “Yeniden
darbe olur mu?” sorusu gündeme geliyor. Herkes kendine göre bir şeyler
söylüyor. 12 Eylül’ün karanlık yıllarını ve bugünkü kalıtını görünce “darbe” kavramı yalnızca sözlükte olsun
istiyorum. Öte yandan sevgili öğretmenim Mehmet Ali Başkurt’un şu yorumu da
beynimi gıdıklamıyor değil: “12 Eylül’de
yitirdiklerimizi geri veren bir darbe daha olsun, ondan sonra olmasın.”
Yitirdiklerimiz
çok, bunlardan biri de TDK. Yaşar Kemal, Nebil Özgentürk’ün “Bir Yudum İnsan” belgeselinde “Kenan Evren en büyük kötülüğü Türkçeye
yaptı. Bu yüzden tarih onu lanetle anacaktır.” diyordu. Bu yargısına ben de
katılıyorum; ama işimizi Tanrı’ya, öbür dünyaya havale eder gibi boyuna tarihe
havale ediyoruz. Yok mu tarihin tekerini hızlandıracak bir güç? Kenan
Evrenlerin yargılanmasını çok bekledim. Benim anımsadığım, bir Aziz Nesin
uğraşmıştı onunla, bir de Adana dolaylarında bir savcı. Oysa bu, “büyük bir hesaplaşma”ydı. Yargının
tepelerinde görev yapmış Atatürkçüler, bulundukları kurum adına dava(lar)
açabilirlerdi. (Yasaların ayrıntılarını bilmiyorum; ama en azından TDK’nin eski
konumuna kavuşması için hukuksal çözüm yolları olmalı diye düşünüyorum.) Kenan
Evren cumhurbaşkanıydı. Dönemin Anayasa Mahkemesi başkanı emekli olurken 12
Eylül uygulamalarını eleştirdiğinde Kenan Evren
-haklı olarak- “Madem böyle düşünüyordu, niye bizimle uyum
içinde çalıştı?” demişti. Aziz nesin ne diyordu: “Ah Biz Ödlek Aydınlar!”
*
Nihad Sâmi Banarlı’yı bilirsiniz. Devrimci TDK’yi eleştirenlerin kuramcılarındandı. Türkçenin Sırları’nın sondan bir önceki sayfasında şöyle der: “(…) bizce Dil Kurumu, yurdda târihî bir vazîfe görmüş bir cemiyet olarak, daha hazin bir vaziyete düşmeden, bu işdeki rolünün tamamlandığına inanacak bir anlayışa kavuşmalıdır.” [2] Söz konusu yargısını biraz açıklayarak söyleyelim: Dil Devrimi[3] bitmiştir, TDK kapatılmalıdır. “Netekim” 1982 Anayasası ile de bu oldu. Yanıtı çok önceden Atatürk vermiş: “Devrimler yalnız başlar, bitişi diye bir şey yoktur.” [4]
“Devrim” demişken dünyanın en büyük devrimci ozanlarından Nâzım’ı da unutmayalım. Pek çokları onu Dil Devrimi karşıtı sanır. Dilde “orta yolcu”lardan Ali Karamanlıoğlu “Şair Nâzım Hikmet’in de eserlerinde uydurma dili değil, yaşayan dili kullandığını belirtmek isterim.” [5] diyor. Oysa durum böyle değildir.
Nâzım Hikmet 1934’te Orhan Selim takma adıyla Akşam gazetesinde fıkra yazarlığı yapmaktadır. Buradaki köşesinde Türkçeye, Dil Devrimi’ne ilişkin yazılar da yazar. Kendi adıma, “Türkçe” ve “Dil Devrimi” konusunda buradakilerden daha güzel ne bir şiir ne de bir yazı okuduğumu söylemeliyim. 12 Kasım 1934’te yayımlanan yazısı “Dönüm Yeri” başlığını taşıyor:
“Türkçe bir dönüm yerindedir. Er geç bu
dönümü dönecektir. Dilimizin temizliğe, güneşli bir su gibi ışıklığa doğru
akışının önüne geçilemez.
Dönüm-yerleri köpüklü
olur, bulanık olur..[6] Dönüm yerinde su
dalgalıdır.
Dilimiz de dönümü dönerken
köpüklenecek, bulanacak, dalgalanacak.. Bu köpüklenmeden, bu bulanmadan
tiksinenler, korkanlar olacaktır.. Tiksinenleri böğürtüleriyle, korkakları
korkularıyle başbaşa bırakalım…
Dibinin derinliklerini
karıştırarak dönümü geçen büyük akarsuda gemisini kullanamayanlar,
batacaklardır.. Yırtık yelkenleri acem atkısından dokunmuş, hurma ağaçlarından
işlenmiş tekneleri delik deşik gemiler, batacaklar!..
Onlar ağır kokulu,
durgun, ışıksız sularda yüzmeye alışmışlardır. Ne bu doğudan esen delikanlı
yele yelken tutabilirler, ne de bu köpüklü, kaynayan, baş döndürerek akan
sulara dayanabilirler… Dönüm-yeri acımak bilmez.
Dilimiz, dibinin
derinliklerini karıştırarak suyun yüzüne birçok sözler çıkardı… Bunların
içinden gerisin geriye, dibi boylayacaklar yok değildir.. Birkaç söze takılıp
köpükleneni, akanı görmeyenler var.. Ne yapalım? Anadan doğma körlere gözlüğün
yararlığı dokunmaz ki, takalım..
Dilimizin, bugün içine
girdiği dönüm-yeri; konuşma diliyle yazı dilinin arasındaki derin ayrılığı
kaldıracak; yalnız ikisini de temizleyerek ışıklandırarak bu işi yapacaktır..
Ben, kendi payıma, ne
yeni sözlerden korkuyorum, ne de birçoklarını yadırgıyorum.. Becerikli bir
yapıcı, kurulan yeni yapıda, onların birçoğunu yadırgatmadan kullanabilir.. İş
becerikli olmakta..
Dil yürüyor..
Yürüyenin önüne durulmaz..” [7]
*
Dil Devrimi’yle dil yürüdü, yürüyecek de. Sonsuzluğa akıp giden bu yürüyüşte yokuşlar ve dönemeçler, hızı azaltabilir. Gelinen kimi yerlerde kayalar geçit vermiyor görünebilir. Dil ırmağı aka aka yeni geçitler açacaktır kendine. Aydınlara düşen görev bu ırmağın bulanmadan akmasını sağlamak ve önündeki engelleri kaldırmaktır. Kimi kez de aydın olmanın bilinciyle ileriyi görerek olası engeller için önlem almaktır. Dil “doğal”sa, “canlı”ysa kendi akışına bırakılamaz. Doğada sayrılık var, ölüm var…
(Çağdaş Türk Dili 185 / 186, “Özel Sayı”, Temmuz / Ağustos 2003)
[1] Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları (Beşinci Baskı. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 1980), ss.209-211 (Banarlı, Abdülhamid’in genelgesinin “lisânını sâdeleştir”miş; biz bir adım daha ileri gidip “dilini Türkçeleştirdik”.)
[2] Banarlı, 1980, Ön. ver., s.311.
[3] “Dil Devrimi”nin özel ad olduğunu savunuyorum. Bu konuda ÇTD’nin 121.(Mart 1998) sayısındaki “Yazım Kılavuzu” Üzerine başlıklı yazıma bakılabilir.
[4] Hacı Angı, Atatürk İlkeleri ve Türk Devrimi (Üçüncü Baskı. Ankara: Angı Yayınları, 1983), s.93.
[5] Ali Karamanlıoğlu, Türk Dili (Dördüncü Baskı. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1986), s.139.
[6] Alıntının yapıldığı kaynağın yazarı, yazının özgün biçiminde kullanılmış olan iki nokta imine dokunmadığını belirtmektedir.
[7] Metin İlkin (hazırlayan), Aydınlıkçı Şair Aydınlıkçı Yazar Nâzım Hikmet (Birinci Baskı. İstanbul: Oda Yayınları, 1976), ss.63-64.
Not:
İzmir Atatürk Lisesinden öğrencim Birol Şevki Tavlı "Toplumsal ve İletişimsel Bir Toplumsal Dönüşüm Uygulaması: Kemalist Türkiye'de Dil Devrimi" adlı yüksek lisans tezinde bu yazıdan alıntı yapıp yazıyı anmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder